ENERJİ SORUNUNUZUN DÜNÜ, BUGÜNÜ VE GELECEĞİ
Seçim tartışmalarının depremi neredeyse unutturduğu güzel ülkemizde gündemin gene yoğun olduğu ve devamlı değiştiği günlerden geçmekteyiz. Kış uykusuna yatan Ukrayna Savaşı’nın da havalar ısınınca tekrar hareketlenerek gündemimizi işgal edeceği ama seçim kargaşasının bütün bu olayları ikinci hatta üçüncü plana iteceğini tecrübelerimiz bize fısıldamaktadır. Özellikle sosyal medyadan pompalanan yaygaraların depremi unutturmasına ve yaralarımızı sarmaktan alıkoymasına millet olarak izin vermememiz gerektiğini düşünüyorum.
Gündemi bir kenara atıp asıl konumuza dönersek önceki yazımızda ülkemizdeki enerji sorunundan bahsetmiştik, şimdi kaldığımız yerden devam edeceğiz. Türkiye’nin enerji ihtiyacının karşılanmasında yarım yüzyıldan beri en önemli kalemlerden biri olan hidroelektrik santrallerden bahsetmek istiyorum. Türkiye’nin en büyük barajı olan ve Özal döneminde yapılan Atatürk Barajı’nın gücü 2400 MW, yine aynı dönemde yapılan Karakaya Barajı’nın gücü 1800 MW’dır. Kurulduğu 1970’li yıllarda ülkemizin enerji ihtiyacının %20’sini karşılamasına rağmen günümüzde üretimi toplam ürettiğimiz elektriğin sadece %1,8’ine karşılık gelen Keban Barajı’nın gücü ise 1330 MW’dır. Elektrik ihtiyacımıza o günlerde tek başına cevap veren bu barajlarımızın son dönemde sayısını önemli miktarda arttırmamıza rağmen büyüyen ekonomimiz için yetersiz kalması yeni kaynaklara yönelmemizin ne kadar önemli olduğunu ve nükleer enerji başta olmak üzere diğer alternatifleri geliştirmemiz gerektiğini de tekrar belirtmekte fayda görmekteyim.
Bu konuda diğer büyüyen sektörlere örnek verecek olursak rüzgar, güneş ve biyokütle kaynaklı enerji kalemlerinde de geçen yıla göre ciddi artışlar olduğu 2021 ve 2022 yılına ait resmi rakamlardan anlaşılmaktadır. Verileri incelediğimizde şu istatistikler göze çarpmaktadır; hidrolik %16,83 den %20,72’ye, rüzgar %9,46 dan %10,84‘e, güneş %4,05 den %4,74‘e, biyokütle ise %2,27 den %2,80‘e yükselerek yenilenebilir enerjinin yaygınlaşıp toplam enerjideki payının artması bu konuda her geçen gün kendimizi geliştirdiğimizi göstermektedir. Bunların yanında asıl belirtmek istediğim husus ise doğalgazın payının %32,95’den %21,80’e gerilemesinin yanında buna alternatif olarak görülen ve yerli kömüre ilave olarak kullanılan ithal kömürün oranının da %16,54’den %19,51’e yükseltilmesi önemli bir gelişme olarak ta göze çarpmakta olup bu verileri incelediğimizde ithal edilen doğalgazın oranının önceki yıla göre %6,89 oranında düşmesinin sebebi daha iyi anlaşılmaktadır. ABD ve İran’dan aldığımız doğalgaz miktarının azaltılması ve Azerbaycan, Nijerya, Cezayir ile Rusya’dan ithal edilen gaz miktarının artmasında da dış politikamızın çok yönlü olmasının faydası olduğunu belirtmek istiyorum.
Doğalgaz konusunda can damarımız olan boru hatlarından Rusya ile ilk anlaşmamız olan 1993 yılında faaliyete başlayan Batı Hattı, İkinci hattımız olan Mavi akım ve en son yapılarak önceden de ifade ettiğim gibi ortaklığımızın güçlü olduğu Türk Akımı’nda ise iki hat yapıldı, biri direk Avrupa’ya, diğeri ise yurtiçindeki hatlara bağlandı. Azerbaycan ile yürüttüğümüz doğalgaz trafiğinde, bilinen adıyla TANAP’ın sayesinde 2019 verileri ile Türkiye’nin ihtiyacının üçte biri, Avrupa’nın ise %6,5 unu karşıladı. İran’dan aldığımız doğalgazın miktarında ise yaptığımız sağlam anlaşmalar sayesinde son yıllarda artış görülmektedir.
Petrol trafiğimizden bahsedecek olursak ilk hattımız olan Kerkük-Yumurtalık 1977 yılında faaliyete başladı ve 1987 yılında da ikinci bir hat ile kapasitesi genişletildi. Bölgedeki bitmeyen savaşlar ve uygulanan ambargolar nedeniyle 1990 Körfez krizinde Irak’taki birinci hattın tamamen kapatılması ve İran’dan da son dört yıldır petrol alamamamız bizim bu hatlara bağlılığımızın tehlikesini anlatmakta olup Azeri petrolünün önemini daha iyi anlamamızı sağladığını özellikle belirtmek istiyorum. Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) Petrol Boru Hattı’nın ilk defa Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)’nin dağılma sinyalleri göstermeye başladığı 1989 yılında konuşulmaya başlanıp imzasının ise 1993 yılında Ebulfez Elçibey tarafından atılması çok önemlidir. Bunu vurgulamamın sebebi ise imzadan bir hafta sonra Azerbaycan’da darbe olması ve Elçibey’in bu darbeyle görevden alaşağı edilmesi maalesef hattın inşaatını 2003 yılına kadar geciktirdi. Son olarak ta Irak ve Körfez Emirlikleri ile aramızda halen görüşmeleri devam eden Basra Körfezi’nin petrolünü Irak’ı güneyden kuzeye dolanarak Kerkük üzerinden Türkiye’ye getirilmesi projesinin bizi bölgede gün geçtikçe daha fazla söz sahibi ülke konumuna getireceğini ve projede ilerlemenin kat edildiğini de belirtmek istiyorum.
Maden konusunda geçen hafta değinmediğimiz ve en yaygın madenimiz olarak bilinen kromun Türkiye’de bol bulunmasına rağmen işlenmesi ile ilgili problemlerden dolayı Bor gibi ihracatından hak ettiğimiz şekilde faydalanamıyoruz ama bu konuda ilgili çalışmalar sürmektedir. Nükleer enerji için önemli olan Toryum madeni ile ilgili olarak söyleyebileceğim, Isparta Aksu’da bulunan rezervlerden sonra toplamda 790 bin ton olarak belirlenmesinin yanı sıra dünyada Hindistan’dan sonra ikinci sırada bulunduğumuz OECD Nükleer Enerji Ajansı (NEA) ile Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA)’nın yayınlarında belirtilmektedir. Altından sonra en değerli maden olarak bilinen gümüş ile ilgili olarak ise üretimini en fazla artıran dünyadaki 3. ülke olduğumuz Uluslararası Gümüş Endüstrisi raporlarında yazılıdır. Mevcut kriz döneminde bu madenin daha da değerleneceğini uzmanlar özellikle belirtmektedir çünkü tarih boyunca buralarda hüküm süren medeniyetler gümüşü altının yerine kullandılar hatta bazı dönemler altından daha değerli hale geldiğini uzmanlar devamlı anlatmaktadırlar.
Bütün bu konuları anlatırken asıl vurgulamak istediğim nokta bizim enerji ve madenler konusunda gelişme kaydettiğimiz ve atılım yaptığımız dönemler hep güçlü hükümetlerin olduğu dönemlerdir. Koalisyon hükümetleri her kafadan ayrı bir sesin çıktığı dönemler olup bu zamanlarda bırakın yeni bir icraatı eski dönemde yapılan yatırımların bile yavaşladığı hatta durduğunu anlatmak istedim. Eski hükümetlerin koalisyon görüşmelerinde her zaman ilk gündem banka paylaşımı olur ve en büyük ortak Ziraat Bankası’na, ortanca ortak Halk Bankası’na, en küçük ortak ise Vakıfbank’ın yönetimine çöreklenmek için mücadele ederler. Sonrada bakanlıkları paylaşma savaşı yaparak bu sorunlarını da çözünce yurtdışından borç para bulma işine koyulurlar. Bu tür dönemlerde yüksek faiz için gelen yabancı sermaye kriz başladığında sağ salim ülkeyi terk etmenin derdine düşer ve IMF anlaşmalarında ilk bunu garantisi verilir. Giden bu yabancı sermayeden sonra krizle baş başa kaldığımız dönemleri yaşı ilerlemiş arkadaşlar çok iyi hatırlarlar. Bu problemler eğer iyi yönetilemezse iç savaş tehlikesinin ortaya çıktığını günümüz dünyası bize çok iyi anlatmaktadır.
Gündemimiz her zaman söylediğim gibi çok yoğun ilerlemekte olup bunu sadece ülkedeki seçim yaygaralarına bakıp söylemiyorum. ABD de FED (Federal Reserve System-Merkez Bankaları Sistemi)’in faiz artırması ve kripto para piyasasının dengesizliği sebebiyle batan üç banka içerisinde özellikle Silikon Vadisi’ndeki bilişim şirketlerini fonlayan dünyanın büyük bankalarından Silikon Valley Bank’in göze çarpması ülke ekonomisinin 2008 krizinden beri hala toparlanamadığı ve batma aşamasındaki sıradaki banka sayısının fazla olması bu dünya devi ülkenin büyük bir gümbürtü ile çökmeye doğru gittiğini göstermektedir. Avrupa ile Rusya arasındaki ticaret hacminin son sekiz yılın zirvesinde olması Ruslara ambargonun sözde kaldığı ve AB’nin yaptırımlarının ise hikâye olduğunu göstermesinin yanı sıra Ruslara ambargo uygulayın diyenlerin gerçekte nasıl davrandıklarını da bilmenizi istedim. Ortadoğu’da ise Çin’in İran ve Suudi Arabistan’ı barıştırması yeni bir küresel yönetim denemesi olup başarılı olması sonucunun ise bölgedeki kavgalardan beslenen ve bize model ülke olarak sunulan ABD ve İsrail’in ciddi iç krizlerle boğuşarak gücünü kaybettiğini göstermektedir. Bu konuyu sonraki yazımda daha ayrıntılı bahsedeceğim ama şimdi asıl anlatmak istediğim gözümüzde büyütülen dış güçlerin artık kendi derdine düştüğünü ve bu dönemlerin Türkiye’nin atılımı için fırsat olduğudur. Önceki yazılarımda tarihten devamlı örnekler verdiğim gibi bölgede ve dünyada büyük karışıklıkların yaşandığı bu günlerin bizim için büyük bir fırsat teşkil etmekte olup bazen değerlendirdiğimiz bazen de rüzgâra kapılıp bedelini ödediğimizi anlattım. Tekrar tekrar belirttiğim gibi bütün dikkatimizi bir an önce toplayıp pozisyonumuzu almalı ve önümüze gelen tarihi fırsatları tepmememiz gerektiğini vurgulamakta fayda görüyorum.
Halit Faruk Numanoğlu ile iletişim kurmak için e-mail adresi:
halitfaruknumanoglu@gmail.com