Filistin Bir Dönüm Noktsında
Dünya gündeminden aylardır düşmeyen Filistin konusunda ülke olarak en çok gayret gösterenlerin başında yer aldığımızı göz önünde bulundurursak bölgedeki ağırlığımızı daha da pekiştirdiğini belirtmek istiyorum. Batı ülkelerinde devleti yönetenlerin örtülü veya açık desteğine rağmen halkın bu konudaki tepkisinin Filistinlilerin geleceği açısından milat olacağı konu ile ilgilenen herkesin ortak kanaati olarak kayıtlara geçmektedir. Kökleri yüz yıl öncesini de aşan bu problemin geçmişine bakarsak aklımıza gelen olaylar bu sorunun önemli kilometre taşları olarak kayıtlara geçmektedir. Bu olayları sıralayacak olursak; İsviçre Basel’de yapılan meşhur 1. Siyonist Kongre, Theodor Herzl’in Sultan İkinci Abdülhamid’den bu bölgeyi satın almak istemesi, Osmanlı’nın bölgeden çekilmesi ve Balfour Deklerasyonu, İsrail’in kurulması, Arap-İsrail Savaşları ve Filistin Direnişiyle günümüze gelişi. Theodor Herzl’in döneminde yapılan nüfus sayımına göre bölgede %3 olan Yahudi nüfusunun zaman geçtikçe göçlerle sistemli bir şekilde artmasının devletin kurulmasındaki rolünü de unutmamak gerekmektedir.
Konunun “Araplar toprak sattı ve bunu hak etti” gibi sığ sözlerle geçiştirilmesi tartışmalarda ırkçılığı körüklemekten başka bir sonuç vermemektedir. Çünkü bu nüfus artışı sistemli ve yıllara yayılan politikalar sonucunda gerçekleşti ve bölgedeki Müslümanlar göçe zorlanıp mülteci kamplarında veya yabancı ülkelerde sığınmacı olarak yaşamak zorunda bırakıldı. Bu dönemde bölgedeki Müslümanların da çaba gösterdiğini ama bu küresel plan karşısındaki gayretlerinin bir seviyeden öteye gidemeyip başarısızlıkla sonuçlandığını da ayrıca belirtmek istiyorum. Bu dönemde bölgenin önemli aktörlerini kısaca hatırlayacak olursak; Kudüs Müftüsü Emin el-Hüseyni, Cemal Abdünnasır, Muammer Kaddafi, Faysal bin Abdülaziz Al-i Suud ve devrim sonrası İran. Liderlerden anlaşıldığı gibi İsrail’e karşı duran İslam ülkelerinden sırasıyla önce Mısır, sonra Libya, Suudi Arabistan ve İran’ın bu konuda bir dönem ön planda olması, sonrasında ise bu liderliği yürütemeyip savaş, suikast ve ihtilallerle önlerinin kesildiğini de unutmayalım. Arap-İsrail savaşlarındaki ağır mağlubiyetlerden sonra bir dönem gerilla mücadelesi olarak karşımıza çıkan Filistinlilerin Direnişi, bu yönteminde çözüm olmadığı anlaşılınca bölgedeki mücadele artık İntifada ve pasif direniş olarak devam etmiştir. Oslo Anlaşması sonrasında yarı bağımsızlık anlamına gelen özerkliğini kazanan Filistinlilerin sorunu o dönemde bitmiş gibi görünmesine rağmen ilerleyen yıllarda daha da karmaşık bir halde karşımıza geldiğini görmekteyiz.
Filistin Sorununu geçmişten günümüze irdelediğimizde bunun artık kangren haline geldiği ve denklemi çözmenin giderek daha da zorlaştığını da belirtmek istiyorum. Bu karmaşık denklemde Emin el-Hüseyni’nin Hitler’i, Yaser Arafat’ın da Saddam Hüseyin’i desteklemesinde olduğu gibi bölgede liderler bazen yanlış ata oynamak zorunda kaldılar. Arap-İsrail savaşlarından sonuç alamayınca bu çaresizliğin neticesinde Münih’te 1972 Olimpiyatlarındaki kanlı eylemleri ise artık o dönemin şartları içerisinde değerlendirmenin daha mantıklı olacağı kanaatindeyim. Bu eylemlerde dünyanın menfi tepkisini çeken Filistin halkının günümüzde küresel çaptaki halk desteğini bütün ağırlığıyla hissetmesi, bu davanın yarım asır sonunda nereden nereye geldiğinin açık ve net bir kanıtı olmaktadır. El-Hüseyni ve Arafat’ın hatasını şimdi “Bibi” lakaplı Netanyahu yapmakta, lideri olduğu merkez sağdaki likud partisini marjinal hale getirip, tüm dünyada olduğu gibi ırkçı söylemlerin rüzgarıyla varlığını devam ettirmeye çalışmakta ve koltuğunu koruma psikolojisini sürdürmektedir. Bibi Deprem zamanında yapılan yardımlarla ve 7 Ekim saldırısından hemen önce BM’de yaptığı görüşmelerle oluşan olumlu havayı aşırı sağcı koalisyon ortaklarıyla tersine çevirdi.
Olayı İsrail tarafını inceleyecek olursak Oslo Anlaşması’nı imzalayan İzak Rabin’in imzadan kısa bir süre sonra suikast ile öldürülmesi ülkede ırkçı eğilimin çok güçlü olduğunun önemli bir göstergesidir. Son yıllarda üst üste yaptığı beş seçime rağmen istikrarlı bir hükümet kurulamaması ve ülkede yolsuzluk davalarıyla başı dertte olup çaresizlikten dolayı kurtarıcı gibi sahneye çıkan Binyamin Netanyahu’nun yaptıkları ve ülke içindeki tepkiler bütün dünyanın gözü önünde cereyan etmektedir. Falaşa olarak isimlendirdikleri Etiyopyalı Yahudilerinin geçtiğimiz yıllardaki isyanları, Gazze katliamından sonra Bakan ve generallerin alenen yaptığı kavgalar aslında İsrail’in seksenli yıllardaki yenilmez görüntüsünden çok uzaklarda olduğunu hepimize göstermektedir. İsrail Ordusu’nun kaybı açıkça bildirilmese de ülkedeki huzursuzluğu artırdığını, Gazze saldırılarından sonra 550 bin İsraillinin ülkeyi terk etmesi ise artık Yahudi göçünün tersine döndüğü göstermektedir. Bu tabloyu görünce Siyonist ve Evanjelistlerin vaat edilmiş topraklar hedefinin artık bir hayal haline dönüştüğünü anlıyoruz.
Son dönemde İran ve Suudi Arabistan’ın Çin’in arabulucuğu ile yaptığı anlaşma, Suudi Arastan ve ABD arasındaki elli yıllık petro-dolar anlaşmasının geçen yıl bitmesi, İran ve Hamas’ın yakınlaşması bölgedeki gerginliklerden her zaman faydalanan İsrail’de huzursuzluğa sebep olduğu için bu saldırıyı başlattı. Gazze’de aylardır yaptığı katliamlara rağmen istediği sonucu elde edemeyince kuzeydeki komşusu Lübnan’da yeni bir cephe açmayı planlamaktadır. Velaket savaşı (proxy war) şeklinde devam eden Üçüncü Dünya Savaşı’nın daha da aleni hale gelmesi, bu sınır bölgesindeki askeri yığınakların artmasından anlaşılmaktadır.
İsrail’i ilk tanıyan Müslüman ülke olmamız ve o dönemde Yahudilere karşı savaşan Müslümanlara silah satan Nuri Killigil’in fabrikasıyla beraber havaya uçurulduğu günlerden geldiğimizi belirterek kat ettiğimiz mesafeyi küçümsememek gerektiğini düşünüyorum. Davos’taki “one minute” tepkisinden bu yana Türkiye bu Filistin sorununun aktif olarak içerisinde yer almaktadır. Bu dönemde bölgedeki olayları incelediğimizde 2008 Kara Harekâtı, 2014 Hava Saldırısı, 2018, 2021 ve diğer katliamları incelediğimiz zaman hiçbirisinin günümüzdeki kadar büyük çaplı ve kanlı olmadığını görmekteyiz. ABD başkanı Donald Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanığını açıklamasına karşı Türkiye’nin Birleşmiş Milletler’de Genel Kurul’a 21 Aralık 2017 tarihimde sunduğu metnin 128 oyla kabul edilmesi önemli bir aşamadır. ABD’nin bütün çabaları ve tehditlerine rağmen sadece küçük çaplı 9 ülkenin ret oyu vermesi ise günümüzde dünyadaki Yahudi karşıtlığını daha iyi anlamamızı sağlamaktadır. Son yıllarda bölgedeki ağırlığını arttıran Türkiye’nin sürecin her aşamasında yer alması bizim için çok önemli olup Büyük Reset ve Üçüncü Dünya Savaşı hesaplarının yapıldığı arenada aktif olmamız 21. yüzyılda bizi dünyada anahtar ülke durumuna getireceğini düşünüyorum.
Halit Faruk Numanoğlu ile iletişim kurmak için e-mail adresi:
halitfaruknumanoglu@gmail.com