Print Al |
Kaşgarî Dergâhı, Eyüp sırtlarına arkasını vermiş 18. asırdan kalma bir tekkedir. Sultan III. Selim, tekkenin şeyhi İsa Efendi’yi severdi. Yanına, geleceğin iki padişahı, Şehzâde Mustafa ve Mahmud’u da alarak kendisini ziyaret ederdi. Ramazanda cuma gecelerini de tekkede geçirirdi. Burada kendisine mahsus Haliç manzaralı ziynetli bir de köşk yaptırmıştı. Tek Parti devrinde yıktırılmıştır. Kaşgarî Dergâhı’ndan tek ramazan hatırası bu değil elbette. Çok uzakta, asırlardır ilme gönül vermiş bir seyyid ailesine mensup Abdülhakîm Arvasî, Başkale’deki medrese ve tekkesinde ilim ve irşadla meşgul iken, Rus işgali sebebiyle vatanından hicret etmiş; 1919’da İstanbul’a gelerek devrin padişahı tarafından o zaman boş olan Kaşgarî Dergâhı’na tayin edilip yerleştirilmişti. Farz önce gelir Seyyid Abdülhakîm Arvasî, 11 ayın sultanı için şöyle buyururlardı: “Ramazan orucuna hazırlanmak için, şabanın son yarısında oruç tutmamak lâzımdır. Kuvvetli ve leziz taamlar yiyerek vücudu kuvvetlendirip, farzın îfâsına hazırlanmalıdır. Farzın îfâsı için sünnetin tehiri de sünnettir.” Namaz vakitlerini gösteren ve hususi hazırlanmış bir takvime göre ibadet ederler; akşam namazını evvel kılarlardı. “İftarı akşam namazından önce yapmak müstehab ise de, bir ibadeti bozulmak şüphesinden kurtarmak için müstehab terk edilmelidir. Önce akşam namazını kılmalı, sonra iftar etmelidir. Böylece iftar yine, yıldızlar görünmeden önce olur. Yani acele edilmiş olur ve oruç bozulmak tehlikesinden kurtulur. Akşam namazını vakti çıkmadan, tekrar kılmak mümkündür. Takvim, saat, kandil, top ve ezan yanlış olunca, oruç kurtulmaz” buyururlardı. Yine buyurdular ki: “Şimdiki ramazanların başı ve sonu şer’an, yani kâdı huzurunda sâbit olmadığından sonradan iki gün kaza etmek evlâdır.” Kendilerine sorulan bir suale şöyle fetvâ verdiler: “Binâ yapan veya ekin biçen kimselere, ramazan ayının orucu ziyan verirse, yani oruçtan dolayı ekin biçemeyip ekin telef olursa veya binâ yapılamayıp da kışın yaklaşmak tehlikesi olursa, orucunu terk ederek işlerini yaparlar. Ve orucu sonra kazâ ederler. Susuzluk sebebiyle tehlike şüphesi varsa, yine böyledir. Dinde zorluk yoktur.” Dönüm noktası Ramazan, Abdülhakîm Efendi’nin hayatında acı ve tatlı, ama mühim hâdiselerin cereyan ettiği bir ay olmuştur. Gençliğinde ders okuduğu Nehri’den sılaya geldiği bir ramazan gecesi rüyasında Resulullah aleyhisselâmı görerek, ince bir din meselesine cevap vermeye davet edilmişti. Bu rüya, zâhirî ve bâtınî kemal yollarında ilerleyeceğini gösteren bir müjde olarak tabir olundu. 1915’te Van’ın işgali üzerine hicret ettiler ve ilk orucu, Revandiz gibi harâreti 40 dereceden ziyade bir yerde tuttular. Sonra geçtikleri Musul’da, 20 yaşındaki yeni evli genç kızları Şefîa Hanım’ı bir ramazan günü koleradan kaybettiler. 1931 ve 1943 senelerinde haksız yere İzmir’e sürgün edildiklerinde ramazan ayı idi. Gönül eğlenmez Ramazan ayında haftada üç defa, pazartesi, çarşamba ve cuma günleri mensuplarından Tabakhane Şeyhi Hafız Hüseyn Efendi’yi ziyarete gelir; kendisine çok sevdikleri “Gönül eğlenmez” ilahîsini okuturdu. “Ramazan-ı şerifte mecbur kalmadıkça evinizden dışarıya çıkmayınız, ibadetinizi, zikrinizi evinizde yapınız. İnsan ibadet edeyim derken ne günahlar işler!” buyururlardı. Yaz günleri iftar sofrası, bahçede kurulurdu. Herkes oturmadan, iftar etmezlerdi. Ehibbasının iftarlarına icabet ederler; misafir de davet ederlerdi. Hemen her gün misafir olurdu. Dergâhın mescidinde umumiyetle sevenlerinden müteşekkil bir cemaat ile terâvih kılınırdı. Namazdan evvel ve sonra tekkede devamlı kaynayan semaverden çaylar içilirdi. Abdülhakîm Efendi’nin bir talebesine yazdığı mektuptan: “Ramazandaki her nevi ibâdetin sevabı, ramazan hâricindeki zamanlara nazaran 1’e 70’tir. Ramazanın bu şerefinden dolayı, büyüklerimiz bu ayda sa’y ve gayreti bir derece daha arttırmaya çalışırlar; ramazandan on bir gün evvel başka bir vaziyet takınırlardı. Mecbur kalmadıkça çarşı ve pazara çıkmazsınız. İcab ederse öğle ile ikindi arası ziyade uğraşmamak üzere bir saat zarfında işlerinize bakarsınız. Yapılması lâzım gelen işleri, ramazandan evvel yoluna koyunuz ki, sonraları iş için sokaklarda bulunmayasınız. Terâvih namazlarını cemaatle kılmayı ihmal etmemelidir. Her gün bir cüz’ Kur’ân-ı kerîm okursunuz.” Hırka-ı Saadet İstanbul müftüsü Fehmi Efendi, Süleymaniye Medresesi’nde ders arkadaşı Seyyid Abdülhakîm Efendi’ye hürmet ederdi. Her şaban ayında bir memurunu gönderir; Ramazan-ı şerifte hangi câmide vaaz etmek istediğini sorardı. Abdülhakîm Efendi, haftada üç gün Bayezid, bir gün Bakırköy, bir gün Kadıköy, bir gün Üsküdar câmilerini isterdi. Ramazanda derslerini aksatmazlardı. Şöyle anlattılar: “Beşiktaş'ta Sinan Paşa Câmiinde vaazdan çıkıyordum. Kapı önünde duran bir saray arabasından, kibar bir bey inip; El-melikü yakraükesselam ve yed'uke iletta'am, yani ‘Sultan selam ediyor ve sizi iftara çağırıyor’ dedi. Araba ile saraya gittik. İstanbul'un seçilmiş vaizleri, imamları çağırılmıştı. Yemekten sonra sermusâhib geldi. Sultanın selamı var. Hepinizden düşmanla muharebe eden askerlerimizin gâlib gelmesi için dua etmenizi; mücahidlere para ve dua ile yardım etmeleri, eli silah tutanların onlara katılmaları için milleti teşvik etmenizi rica ediyor, dedi. Bu emir üzerine çok yardım yapılmasına sebeb oldum. Süslü bir mendilin köşesine bağlı 10 altını da diş kirası olarak lütfettiler.” Osmanlı padişahları, her ramazan ayında, Kadir geceleri, Topkapı Sarayı’nda Hazine Dairesi’nde muhafaza edilen Hazret-i Peygamber’e ait olan Hırka-i Saâdet’i ziyaret ederler. Zamanın padişahı Sultan Vahîdeddin, âdet veçhiyle, ramazan ayında Topkapı Sarayı’ndaki Hırka-i Saâdet’in bulunduğu odayı ziyaret edeceği bir zaman, Seyyid Abdülhakîm Efendi’nin yanında bulunmasını arzu etti. Böylece Hazret-i Resûlullah’ın biri manevî, diğeri cismânî halifesi olarak, beraberce ziyaret ettiler. Abdülhakîm Efendi, ramazan ayında Hırka-ı Şerif’i de ziyaret ederler; edeben uzaktan tazim gösterirlerdi. |
Anahtar Kelimeler: