Bugün: 13 Nisan 2025 Pazar
Favorilerime Ekle | Künye | Reklam
Ana Sayfa | YH Mekan
Print Al

Avrupa Birliği Geçmişi ve Geleceğiyle Gündemden Hiç Düşmedi

12 Nisan 2025 Cumartesi::

Avrupa Birliği Fransa’nın öncülüğünde ve Batı Almanya’nın girişimleriyle 1951 yılında Paris Anlaşması ile kuruldu. İlk zamanlar adı Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu olup bu iki lokomotif devlete ilaveten İtalya ve Benelüx (Belçika, Hollanda ve Lüksemburg) ülkeleri de kurucu olarak yer aldılar. Roma Anlaşması ile 1957 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu olarak yeni bir hüviyete bürünüp bugünkü şekline adım adım yaklaşmaya başladı. Maastrich Anlaşması ile 1993 yılında Avrupa Topluluğu olarak kapsamı genişletilen kuruluş 2009 yılında Lizbon Antlaşması ile Avrupa Birliği olarak son şeklini alır.

Yazı Boyutu : A A A A

Kurucu 6 ülkenin yanına 1973 yılında Danimarka, Birleşik Krallık ve İrlanda dâhil olur. Yunanistan’ın 1981 yılında girdiği birliğe, 1986 yılında Portekiz ve İspanya, 1995 yılında da Avusturya, Finlandiya ve İsveç katılırlar. En son eski Sosyalist Bloğundaki Doğu Avrupa ülkelerini de 2004 ve 2007 yılında sırayla bünyesine alarak kabuk değiştiren kurum günümüzde ise yeni bir dönüşümün eşindedir.

Türkiye adına ise Adnan Menderes hükümeti 31 Temmuz 1959’da Avrupa Ekonomik Topluluğu’na resmi olarak başvurusunu yapmış olup ortaklık ve üyelik süreci ile ilgili Ankara Antlaşması da 1963 yılında imzalanmıştır. Güya hazırlık sürecini bitiren ve geçiş dönemini başlatan 1970 yılındaki Katma Protokol ile yeni bir aşamaya geçeriz. Bu dönem ülkemizi kasıp kavuran anarşi, muhtıra ile beraber gelen ara dönemlerimiz ve Kıbrıs’ın bahane edilmesi ile sıkıntılı giderken 12 Eylül Darbesi sonucu üyelik süreci askıya alınır. Turgut Özal’ın döneminde kendi tabiri ile uzun ince bu yola tekrar revan olunur, görüşmelerin ardından üyelik başvurusu tekrar yapılır. Üyelik olmaz ama süreç 1995’te Gümrük Birliği ile neticelenir ve sonraki dönemde adaylığımız onaylanarak müzakerelerin 2005 yılında tekrar başlatıldığı yeni süreç başlar. Hükümetin şartları zorladığı 2002-2010 yılları arasında süreç hızlanmasına rağmen uzadıkça daha da çetrefilli hale gelerek bu kısır döngü tekrar durma noktasına gelir. Suriyeli göçmenler bir miktar hızlanan ama 15 Temmuz’dan sonra çıkarılan yasalar ve Doğu Akdeniz’deki problemlerle yavaşlayan süreç bir ileri iki geri devam ederek 2019 yılında askıya alınıp şimdi dondurucuda bekleme sürecindedir.

Tarih boyunca hep iç içe olduğumuz Avrupa ile gerek ticaret gerekse kültürel anlamada etkileşimimiz hiç durmadı. Soğuk savaş döneminde ayağımıza kadar gelen üyelik fırsatını Ecevit’in döneminde onun tabiriyle onlar ortak biz pazar olacağız sloganı ile elimizin tersiyle itmişiz. O günün şartlarında kolaylıkla üye olabileceğimiz Avrupa Birliği ise günümüzde çok ciddi krizlerle boğuşmaktadır; ekonomik krizler, ABD’nin baskısı sonucu askeri harcamalarını artırmaları, toplumsal düzeyde artan ırkçılık sonucu iktidarların teker teker aşırı sağ partilere geçmesi. Bizi ne kadar benimseyecekler ve biz bu birliği ne kadar istiyoruz sorusu, artıları ve eksileri ile kolay cevabı olan bir problem olmayıp zamanla çözümü daha da zorlaşmaktadır.

Birleşik Avrupa düşüncesi ortaçağda Şarlman döneminden beri uygulanmaya çalışılan bir proje idi çünkü Frank ve Cermen kabilelerini birleştiren ilk imparatordur. O dönemde güçlü Katolik kilisesi ve feodal kontlar başta olmak üzere değişik denge unsurları mevcuttu. Bu denge yüzyıllar süren bir süreç sonucu değişti; haçlı seferlerinin sonucunda feodalitenin zayıflaması, reform hareketleri sonucu kilisenin gücünü kaybetmesi, Papa’nın artık krallar üzerindeki etkisinin zamanla azalması. Otuz yıl savaşları sonucu imzalanan Westphalia anlaşması ilk kez Papa’ya onaylatılmadı çünkü Protestanlar ve Yahudiler artık Avrupa’da önemli bir güç haline geldiler. Bu dönemde şekillenmeye başlayan küresel sermaye önce Hollanda, sonra sırasıyla İngiltere ve ABD olmak üzere ülkelerde kendilerine yer edinip yönetimlerinde söz sahibi oldular. Bu güç artık yeniden bir yapılanma sürecinde olup kendine başta Çin olmak üzere sığınacak bir yer aramakta ve biz de adaylar arasındayız.

Günümüzde dijital devlet olarak yeniden bize sunulan, 19. yüzyılda ise işçi ayaklanmaları sonucu kurulan Paris komününde başarısızlıkla sonuçlanan bu sosyalist sistem denemesi bir süre sonra kilometre taşları Rusya’da adım adım şekillendirilerek dünyayı nasıl kasıp kavurduğunu geçtiğimiz asırda gördük. Fransız ve Rus devrimlerinde sermaye geçişlerini incelediğimizde krallar, soylular ve kilisenin elindeki gücün nasıl burjuva sınıfına geçtiği anlaşılmaktadır. Bugün vatansız para ve küresel sermaye olarak bildiğimiz bu güçlerin yeniden dünyayı karıştırma işini nasıl yürüttüğünü hep beraber görmekteyiz. Kurdukları bankacılık sistemi ile ülkeleri ipotek altına alıp yöneticileriyle anlaşamadığı dönemlerde de ihtilaller yaptırdılar.

Avrupa ile tarih boyunca hep iç içe olduk, en önemli göstergesi ise Osmanlı büyümeye Balkanları ele geçirerek başladı, çöküş sürecinde de hep aynı bölge ön planda olup en önemli hadiseleri buralarda cereyan etti. Bu dönemde Avrupa’daki iç savaşlardan, çekişmelerden her zaman etkilendik, bunları kullanarak sınırlarımızı genişlettik ve koruduk. Bize o dönemler uzak görünen ama takip ettiğimiz bu savaşların sonunda sistemini şekillendiren İngiltere’nin ise yavaş yavaş büyüdüğü bu dönemde Osmanlı da bir müttefike ihtiyaç duymakta idi, çünkü İnebahtı Savaşı sonucunda Haçlı Donanmasının nasıl birleşip başımıza iş açabildiğini gördük. Fransa’nın yanında biraz da denge unsuru olması bakımından İngiltere o zaman en uygun aday olmakta, onlar ise sistemlerini kurup büyümenin derdindeydi. Kraliçe Elizabeth ise Akdeniz’e girip ticaretine ortak olmak istiyordu ama Fransızların yüksek vergileri sebebiyle fazla buralara sokulamıyordu. Osmanlı sayesinde bu işi başararak Akdeniz’e sokulabilen İngilizler artık bu ticaret sayesinde zenginleşerek nüfuzunu artıran ülkedeki burjuva sınıfı yönetimde hak iddia etmek isteyince iç savaş patlak verir. Bu mücadeleleri her zaman değerlendiren kendine göre çıkarını koruyabilen Osmanlı artık gücünün azalmaya başladığı Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan sonra Rusya ve İngiltere’nin rekabetini kullanarak sağlam diplomasisi sayesinde ayakta kalır. Almanya’nın birliğini sağladığı dönemde artık bu politikanın yürüyemeyeceği anlaşılınca bu yeni devlete yakınlık kaçınılmaz hale gelir. Abdülhamid Han bu dengeyi kurabiliyordu ama sonra onun bu sistemi bozulduğu için artık devletimiz kendini koruyamadı. O dönemdeki bütün imparatorluklar gibi biz de bu dalgada tutunamadık ve dağılmayı durduramayarak şimdiki sınırlarımıza çekilmek zorunda kaldık.

Yüz yıl önce İngiltere’nin düştüğü duruma gümümüzde ABD düşmekte olup, 1945 yılında dünyadaki üretim ve mali gücün %50 sine sahip olan ülkede bu oran 2024 yılında %14’e inmiş vaziyettedir. Ülkenin borcu 40 trilyon dolar olup saat başı 13 milyar dolar artış ile iflasa adım adım yaklaşmaktadır. Son olarak ithalata ağır vergiler koyup üretimi teşvik ettiğini sanan yeni yönetim radikal icraatlarıyla bu süreci daha da hızlandırmaktadır. Küresel sermayenin büyük reset olarak tanımladığı bu süreç sadece ABD değil ona bağlı Avrupa, Uzakdoğu ve diğer dünya ülkelerini de peşinde sürüklemesi kaçınılmaz gözükmektedir. Trump’ın Netanyahu yanında yaptığı açıklamalar gururumuzu okşasa da fazla iyimser olmamak gerekiyor, çünkü Suriye’de menfaatlerimiz devamlı çatışmakta ve bu çatışma İsrail ile potansiyeli yüksek bir savaşa doğru ülkemizi sürüklemektedir.

Kaynak: Halit Faruk Numanoğlu , Link : #

Anahtar Kelimeler:

Yorumlar
Yorumlarınızı yazmak için tıklayın>>
Bu haber için henüz yorum yapılmamış.
Bu Kategorideki Diğer Haberler
İktibas Yazarlar

Namaz Vakitleri
İnsan Kaynakları
Şirket Kültürü
Kişisel Gelişim
Liderlik
İş Yönetimi
En Çok Okunanlar
En Çok Yorumlananlar
Künye | Bize Ulaşın | Gizlilik İlkeleri
Copyright ©2012 yonetimhaber.com | | info@yonetimhaber.com
Siteden yararlanırken gizlilik ilkelerini okumanızı tavsiye ederiz © 2011-2012, Tüm Hakları Saklıdır.