Print Al |
Birçok modern tarih kitabında, eski Türklerin Şaman dinine mensup oldukları yazar. Böyle bir din olmadığı; Şamanizm çok farklı manada bir disiplin olduğu hâlde, bu yanlış ifade nedense geniş bir kabul görmüştür. Kötü ruhları yemek Şaman, tabiatüstü kuvvetlerle temas kurduğunu iddia edenlere denir. Biraz bugünki medyumlar gibi, kendilerine göre birtakım usullerle trans hâle girip kendilerinden geçer. Hususi elbiseler giyer. Davul veya ses çıkaran âletler kullanır. Danslar yapar. Normal insanların görüp işitmediği şeylerden, ruhlardan, cinlerden anlatır. Şair değildir; ama şiir şeklinde dualar okur; içlerinde mânâsız, ama ‘sihirli’ kelimeler de bulunur. Bunlar din adamı olmaktan ziyade, birer kabile büyücüsüdür. Güya gelecekten haber verirler. Hastalığı yapan kötü ruhu ‘öldürüp yiyerek’, hastaları iyileştirirler. Ruhlar âleminde neler olup bittiği hakkında konuşurlar. Bu hususiyetleri irsîdir. Şamanlık aileden geçer. Şaman, erkek veya kadın olabilir. Şamanlara, Sibirya’dan Hindistan’a, Afrika’dan Amerika’ya kadar geniş bir coğrafyada rastlanır. Bunların ekserisi din adamı olduğu için, bu coğrafyadaki iptidai dinlere Şamanizm adı verilmiştir. Aslında böyle bir din yoktur. Şamanlık, sonradan dinlere karışmış tabiatüstü kuvvetler sistemidir. Parapsişik bir metoddur. Bu bakımdan her dinde bulunabilir. Bu büyücülere olan inancı din gibi görmek, meseleyi içinden çıkılmaz hâle getirmiştir. Sıçra rahip! Eski Roma’da, ölümden sonraki hayata inanılır; ruhlar, yaşayanlar için büyük değer taşırdı. Ellerindeki silahları birbirine vurarak dans edip şarkı söyleyen Salius rahipleri, birer şamandan başka şey değildir. Salius, Latince, sıçramak demektir. Beyazlar giyinip, ellerindeki bağ bıçağı ile bodur meşelerin dibindeki ökse otunu toplayarak ilaç yapan Kelt rahipleri Druidler de şamanlara benzer. Ruhlara ve tabiat varlıklarına tapınılan animizm dininde, şamanlık, bir teknik ve bir stratejidir. Genlerinden gelen bazı hususiyetlere sahip kişilerin, klişe söz ve hareketlerle tabiat üzerine tesir edeceğine inanılır. Bu söz ve hareketler, arzu edilen şeylerle irtibatlıdır. Mesela bir hastanın iyileşmesi için, hastalığı koğan sembolik hareketler yanında, “Papağan uçtu gitti/Hastalık uçtu gitti” gibi sözler söylenir. Yağmur isteniyorsa, su dökme hareketi; savaşa giderken, savaş dansları yapılır. Bunlar, âyinlerinde bazı sembolik nesneler (fetiş) de kullanır. Şaman, ‘kendinden geçmiş adam’ mânâsına gelen Tunguzca bir kelimedir ve bu dilde daha ziyade Budist keşişlerini ifade eder. Rusça yoluyla Fransızca’ya geçmiştir. Eski Türkler, şaman yerine, ‘kam’ kelimesini kullanırlardı. Ancak eski Türklerin tarihi ve yaşantısı hakkında değerli bilgiler veren VIII. asra ait Orhun Kitâbeleri’nde bir defa olsun kam kelimesi geçmemektedir. Sibirya kavimlerinde, Moğollarda, Kızılderililerde şamanlar mühim şahsiyetlerdir. Müslümanlıktan sonra da Orta Asya, hatta Anadolu’da yaşayan bilhassa göçebe veya köylü Türkler arasında, Metafizik güçleri olan/olduğu iddia edilen ve şamanları andıran kişilere rastlanır. Bunlar, ‘ocak’ denilen ve nesilden nesile ‘el alarak’ bu işle meşgul olan bir aileye mensuptur. Hastaları, bilhassa delileri iyileştirir; yaralara, kırık-çıkıklara bakar; cinlerle/ruhlarla irtibat kurduğunu iddia ederek güya gaybî haberler verirler. Bunu bir prestij işi olarak yaparlar. İslâmiyet, bu gibi hâllere kıymet vermemiştir. Yüksek bir ruh mertebesindeki bu iki zâtın, farmakolojiden anladığı için Akşemseddin’in, güya raksettiği için Mevlânâ’nın birer şaman olduğunu söyleyenler olmuştur. Bu mantığa göre eczacı ve baletler de birer şaman olmak lazım gelir. Gök Tanrı Dini Türkler, 750 yılından itibaren Müslümanlığa girmeye başladılar. X. asırda artık neredeyse tamamı bu yeni dine girmişti. İslâmiyet’ten önce Türklerin çoğu tek bir yaratıcıya inanıyordu. Bu yaratıcının iradesinin üstünlüğünü tanırlardı. Kadere inanırlar; Yaratan öyle istediği için bir işin öyle olduğunu kabul ederlerdi. Bu yaratıcıya “Göklerin Rabbi” ve “İhtişamlı Tanrı” mânâsına, Gök-Tanrı denildiği de olurdu. Eski Türkçede gök, aynı zamanda ihtişamı ifade eder. Mavi, hânedanın rengidir. Bu sebeple eski Türklerin dinine Gök-Tanrı dini denir. Ona, sıfatlarına göre Çalap, Ogan, Bayat, Ülgen gibi isimler verirlerdi. Bu kelimeleri Türkler Müslüman olduktan sonra da Allah için kullanılmıştır. Çalap, yaratıcı, rahman; Ogan, kudretli; Bayat, hiç bir şeye muhtaç olmayan (ganî); Ülgen, ulu gibi ilahî sıfatları karşılar. X. asırda yazılmış bir siyaset ahlâkı kitabı olan Kutadgu Bilig’de, hatta Anadolu edebiyatında bu isimler çokça geçer. Osmanlılardaki çelebi sözü de, Çalaptan gelir. Nasıl Allah, Rahman sıfatı ile, bütün insanlara acıyıp, dünyada aynı muameleyi yapıyorsa; çelebi denilen kimseler de Allah’ın Çalap sıfatıyla ahlâklanmış olarak, dost-düşman ayırmadan herkese iyi davranır. Müslümanlıktan evvel Türkler, tanyeri ağarınca, güneşe doğru dönerek ibâdet ederlerdi. Bu sebepten, tanyeri, tengri (tanrı) şeklini aldı. Halbuki tanyeri, eski Türklerin mabudu değil, kıblesidir. Güneşin her gün yeniden doğuşu, tanrının bir lütfu olarak görülür. Tanrı kelimesi, Cumhuriyet’ten sonra Türkiye’de Allah lafzının yerine konulmaya çalışılmışsa da, tutmamıştır. Çünki bu tabir, eskiden ilah (god) mânâsına kullanılırdı. Orhun Kitâbeleri’nde; “Üstte mavi gök, altta yağız yer yaratıldığında, ikisi arasında insanoğlu yaratılmış” diyor. Böylece bütün bunların mahlûk oldukları ve tek bir yaratıcının varlığı açıkça ifade ediliyor. İslâmiyetten sonra yazılan destanlarda, halk hikâyelerinde, eski Türkler hep tek tanrıya inanan müminler olarak tasvir edilir. Bu dine sonradan hükümdarlar veya din adamları eliyle birtakım değişiklikler ve hurâfeler katıldığı anlaşılmaktadır. Nitekim eski Türkler arasında zamanla Güneş'e, yıldızlara tapınmaya başlamış topluluklar da yok değildi... |
Anahtar Kelimeler: