Dinlemesini biliyor muyuz?
Bakmak’la ‘görmek’ arasında çok açık bir fark olduğunu izah etmenin alemi yok!
Çoğu zaman baktığımız halde görmediğimiz veya bizim için bir anlam ifade etmediğini düşünerek algılamadığımız o kadar ‘görüntü’ var ki..
Çoğunlukla ‘hedefe kilitlenmek’ten bazı ilginç görüntüleri göremeyişimiz, haliyle mümkün olmaktadır.
‘Süzülmüş dinlemek’ten tutun da ‘amaçlı dinleme’ye kadar dinleme çeşitleri, içinde bulunduğumuz toplumda uygulanıyor. ‘Dinler gibi görünüp dinlememe’ en yaygın olanı. ‘Tam dinleme/anlamaya çalışma’ ise en az yapılanı.
‘Duymak’la ‘anlamak’ta da ‘bakmak’la ‘görmek’ arasında olduğu gibi benzeri nükteler var, kanaatindeyiz.
O kadar çok ses duyuluyor ki..
Her gün içinde bulunduğumuz kişilerin adedince duyulan seslerinin yanında araçların, ürettiklerimizin, tükettiklerimizin, hayvanlar aleminin ve daha bilemediğimiz nice gizli seslerle muhatap oluyoruz. Bütün seslerden bizimle ilgili olanları var, bizi ilgilendirmeyenleri var. İlgilendirmeyenleri ile ilgilenmememiz normal, ama bizi ilgilendirenleri ile ilgili olmamamız üzerinde durmamız gerekli!
En yakınımızdakilerden başlayalım. Karşımızdakilerin bize konuştuklarından. Onların konuştuklarını kendi anlamak istediğimiz gibi mi, onların anlatmaya çalıştığı şekliyle mi anlamaya çalışıyoruz. Eğer kendi anlamak istediğimiz şekliyle algılamaya çalışıyor isek, ‘dinleme önüne anlama engeli’ oluşturuyoruz, demektir ki, bu hâlâ bizi dinlemesini bilmediğimiz bir tanımlamaya sevk edecektir.
Bir araç yürüyen aksamından anlayan ustayı düşünün. Usta, aracın yürüyüşünden bir sorun olduğunu tespit etmesi için araca ‘empati’ kurmaz, iyi bir dinleyici ve analiz edici olmaz ise arızayı tespit etmesi mümkün müdür? Eğer usta olamamış ise tespit edemeyecektir. Çünkü dinlemesini bilmemektedir.
Yeşilliklere, dağlara, taşlara, ovalara, ağaçlara, tabiatın içindeki güzelliklere bir bakın. Aslında anlayan için çok ilginç güzelliklerden bahsetmektedir. Ama duyamayanlara anlatacakları ne olabilir ki? Tabiatın kendisine has yapısında insanın ruhuna ve özüne yönelişteki ‘sükûnet’i nasıl duyurabilirler ki? Kendilerindeki iç dünya zenginliğini duyan ama anlamayan insana nasıl anlatabilirler ki? Önce ‘duymak’, ardından ‘anlamak’ gerek!
Bir de insanın ruhu var ki.. Muamma! İnsanın tanımaktan aciz düştüğü varlık. O’nu duyabilse, O’nun istediklerini anlayabilse hayatı düzene girecek. İnsanın ruhunu duyması ve anlaması gerek!
En son ve en önemlisi de herhalde insanın ruhu olmadığında bir anlam ifade edemeyecek olan ‘bedeni’! İnsan, bedeninin feryatlarını hiç duymaz. Duysa anlamaz. Anlasa umursamaz. Kendine karşı çok acımasızdır, insan evladı. Bedeni ‘vakit ayır’ der, ayırmaz. ‘Hastayım, ilgilen’ der, ‘çökmeden ilgilenmez.’ ‘Kaybetmeden kıymetini bil’, der o da ‘kaybedinceye kadar önemsemez’. Bir vakit artık beden hiçbirşey konuşamaz, hissedemez, duyamaz olur. O vakit ölmüştür. Ruh çaresizdir. Artık iş işten geçmiştir. Ve ok yaydan çıkmıştır. Ruhun feryadını da bedeni duyamaz olmuştur.
Şu an can bedende iken çok önemli bir fırsatımız var, demektir. Etrafımızdaki bizimle ilgili bütün sesleri duyabiliriz. Duyduğumuzun farkına vardıktan sonra anlamak için ve de doğru yorumlamak için imkanımızın olduğunu bilmeliyiz.
Birbirimizle konuşurken ve birbirimizi dinlerken ‘dinler’ gibi yapmaktan vazgeçme seçeneğini kullanmaya çalışmalıyız. ‘Dinler’ gibi yaparak karşımızdakini ‘idare etmek’ten vazgeçmeliyiz. Karşımızdakileri özveriyle, samimiyetle ve dikkatle dinlemeliyiz. Ve anlamaya çalışmalıyız.
İletişimlerin selametine, dinlemenin saadetine ermek dileği ile…
Abdüllatif Erdoğan ile iletişim kurmak için e-mail adresi: