Print Al |
Obama’nın yardımcısı, Amerika’nın 2 numaralı adamı onun Boğaziçi’ndeki yalısında içkisini yudumlarken, memleketimizde bir “lahmacun” tartışması vardı. Newsweek onun için “Türkiye’nin gelecek vaat eden çocuğu” ifadesini kullanıyor. Financial Times’ın “How to Spent it” Dergisi, otelini “St. Tropez’dekilerden daha iyi” diye övüyor. Biz, Sahir Erozan’ın “50 liralık lahmacunları”nı tartışıyoruz... Bir de Erozan’ın Kuzguncuk’taki yalısında verdiği davete Biden’in yanı sıra Güneri Civaoğlu, Cengiz Çandar, Suzan Sabancı, Dışişleri Müsteşarı Büyükelçi Feridun Sinirlioğlu, Washington Büyükelçisi Namık Tan, Tülin Şahin, Pelin Batu gibi çeşitli kesimlerden ünlü isimler katılmıştı. Medyada “Gizli zirve”, “Büyük oyun”, “Şeytan üçgeni” başlıklarıyla çeşitli yorumlara da neden olan bu gecede neler konuşulduğunu herkes gibi ben de merak ediyordum... "Gizli zirve"nin kahramanlarından biriyle oturmak da çok heyecanlı. Sahi ne konuşuldu o gece? Politika dışında her şey. Biden'ın yanındakiler yakın dostlarım. İstanbul'a geliyorlardı ben de evimde onlar için bir kokteyl verdim. Hepsi bu. Yani iddia edildiği gibi "Büyük Oyun"un bir parçası değildi bu 10 davetli... Bir kere 10 değil 30-35 misafirim vardı o gece; yenildi, içildi, eğlenildi sadece. Tüh ben de gizli zirveye isim bile takmıştım "G-10" diye. Ne gizli zirvesi canım? Öyle bir şey olsa o manken arkadaşların orada işi ne? Söylentilere cevap vermediğin için dedikodu kazanını körüklüyor olmayasın. Bu komik laflara ne cevap verebilirim ki. Türkiye'ye gelen arkadaşlarıma son derece sıradan bir ev daveti verdim. Farklı olan, gelen kişilerin meslekleri olabilir. Ne yapabilirim ki, benim ahbaplarım da onlar. Amerika'nın en güçlü 2'nci adamı yalıya gelince ağızlar torba da olsa büzülmez ama... Ben otelciyim İzzet'ciğim adamla oturup ne konuşabilirim ki? Ne mönüde lahmacun vardı, ne de Amerika'nın gündeminde lahmacun. Onlar da bunu bulmuş yazacak herhalde. 'LAHMACUN 50 DEĞİL 34 LİRA' Aslında bu lahmacun meselesini sona bırakacaktım, ama şimdi yeri geldi. Sor da anlatıp içimi rahatlatayım. Türkiye'de lahmacun dokunulmaması gereken bir tabu mu? Tabu değil ama hamur deyip geçme, yediğin yemeği tanı. Babillilerden beri 5 bin yıllık geleneği olan bir yiyecekten bahsediyoruz. Ama fiyatını sorarsan, o zamanlar kaça satılıyormuş bilmiyorum. Ben lahmacunu kendime göre uyarlayıp farklı bir şekilde servis ediyorum. İsmi lahmacun diye bunun polemiğe dönüşmesi komik değil mi? İsmi lahmacun olduğu için değil, 50 liraya sattığın için polemiğe dönüştü. Bir kere herkes yanlış yazıyor. 50'ye değil 34 liraya satıyorum. İstanbul'da da bu kalibredeki bir restoranda 20-25 liradan aşağı değildir. Biz kebapçı değiliz. Lahmacun, satışlarımızın yüzde 0.0001'ini oluşturuyor. Üstelik ben içine filet mignon koyuyorum ve porsiyonları normalden daha büyük yapıyorum. Herhalde yanında soğan vermiyorsun diye sinir olmuşlardır... Şaka bir yana, ben Turkish pizza diye bunu dünyaya açıyorum. Clinton da yiyebilir Sharone Stone da. İsim olarak lahmacun ama bambaşka bir şey. Eğer Margarita pizza 35 liraysa neden benim lahmacunum da aynı fiyata olmasın? Kendine güvensizlikten mi çıkıyor bu itirazlar. Aynen öyle. Lahmacun Türk ya, İtalyan pizzasının yerini tutamaz. Neden tutamasın? Filet mignon dışında ne fark var senin lahmacunda? Yiyince kendin analiz et. Çok farklı bir tat. Ama bu izafi bir şey tabii. 2 liralık lahmacunu da beğenebilirsin. 'MEĞER JOHN İNGİLİZCE'DE TUVALET DEMEKMİŞ' Biraz da senin geçmişine dönelim. Amerika'ya ilk gittiğin yıllara... 12 Eylül öncesi Teknik Üniversite'de okuyordum. Ama öyle günler ki kurşunlar vızır vızır geçiyor çevremizden. Annem beni Amerika'ya amcamın yanına yolladı. Amcan ne yapıyor orada? Johns Hopkins Hastanesi'nde şimdi kürsüsü bulunan patoloji bölümündeydi... Aile dahilerle dolu desene... Beni saymazsan... Amcam ilk gece yemekte, "Notları C'nin altında dolaşan bir öğrencisin, burada başarma ihtimalin sıfır" dedi... Ve bulaşıkçılıktan milyon dolarlara giden bir başarı hikâyesi başladı. Dalga geçtiğini biliyorum ama bunu hep ciddi ciddi sordular bana. 15 gün Marriott'ın kafeteryasında bulaşık yıkadım. Okuldaki arkadaşlarımdan birinin babasının özel uçağı vardı (Düşünsene!) o bile kafeteryada bulaşık yıkıyordu. O götürmüştü beni, kendimi birden yağlı tabakların arasında buldum. Tamam tamam ciddi olarak soruyorum. Restorancılık nasıl başladı? Orada çabuk sonuca gitmek isteyen bir yapıda olduğumu anladım. Okul bana göre değildi. 7 sene gittim üniversiteye ama mezun olamadım. Ne okuyordun? Burada matematik mühendisliği, Amerika'da işletme. Ama hep okulu kırardım. 5 gün okula gittiysem 6 gece dışarıda çalışırdım. İngilizce biliyor muydun gittiğinde? Işık Lisesi'nde ne öğrenmişsem. Çat pat işte... 100 kelimeyi bir çırpıda söylüyorum, sonra duruyorum. Gerisi yok. Hilton'da ilk garsonluğa başladığım günlerde müşterilerden biri beyaz şarap diğeri de martini istedi. İçimden "Aaa ne kolay" dedim, bara gittim. Barmen "Nasıl istiyormuş martiniyi" diye sorunca masaya geri döndüm, müşteriye sordum. "Buzlu olmasın" cevabını alınca tuttum yine barın yolunu. Bir baktım önümde sıra var, tabii diğer garsonlar da kendi siparişlerini bekliyor. Sonunda sıra bana geldi bu sefer de barmen "İçinde ne olsun" demez mi! Haydi tekrar masaya yolculuk. Aradan 15 dakika geçti martini ortada yok, tabii ondan sonra orada bana iş de yok. İngilizce yok, deneyim yok, baştan nasıl aldılar seni işe? Dil yok, deneyim yok ama hikâye çok. "Annemin 400 odalı oteli var, orada hem garsonluk hem barmenlik yaptım" demiştim İyi sallamışsın. Bir de şunu dinle: Yanımda çalışan iki resepsiyonist yemeğe gitti. Birinin adı John'du . Aradan 3 dakika geçti, bir adam koşarak kapıdan girdi "Where is John" dedi. O kadarını anladın artık... Tabii canım, cevap da verdim "He's at lunch" yani "Öğle yemeğine çıktı" dedim. Adam sinirlenip bastı küfürü. Hoppala niye? John yemekten dönünce "Ne agresif arkadaşların var bana küfrettiler" dedim. O zaman öğrendim ki, İngilizce'de "John" aynı zamanda tuvalet demekmiş. Adam donuna yapacak, ben de resepsiyonist John'u sordu sanıyorum. (Gülüyor...) 'CITIES'İ AÇTIĞIMDA WASHINGTON KÖY GİBİYDİ' Yanılmıyorsam ilk mekânını Washington'da açtın? Öğrenciyken hep gittiğimiz bir kafe vardı, Cafe Los Artistas. Çok severdik. 1983'te satılacağını duydum. Hep kendime ait bir yerim olmasını istemiştim. Zaten o zamana kadar Washington'un en büyük restoranlarında çalışmıştım. Cafe Med'i böyle açtım. Peki buradaki başarı nasıl geldi? O zaman Washington'da eğlence hayatı sıfırdı. Bizim orası çok popüler bir yer oldu. Hafta sonları DJ'ler getirirdik. Millet kapıda kuyruğa girerdi. Sonra bundan da sıkıldım. Ve yine Washington'da ünlü Cities'i açtın... Üst katı kulüp olan 1400 metrekarelik bir restorandı. Dört ayda bir dekorasyonu değiştirirdik. Her seferinde farklı ülkelerin temalarını işlerdik. O ülkelerin müziği, yemeği. Denzel Washington, Kevin Costner, Al Pacino, Dünya Bankası'nın, MTV'nin yöneticileri gelen müşteriler arasındaydı. Daha sonra konsept değişti ama... 10 yıl böyle sürdü. Son 8 senesinde de daha rafine bir restoran haline geldi... Bu başarıyı neye bağlıyorsun? Eğer bir başarı varsa o da zamanlamadandır. Amerika o yıllarda bu konuda hiç gelişmemişti. Cities'de yaptıklarım herkese müthiş değişik geliyordu. Oysa bugün 2 binden fazla kendine özgü konsepti olan restoran var Washington'da... 'BILL CLINTON SEVGİ DOLU, HILLARY ÇOK AKILLI' Bu arada özellikle politikacıların ağırlıkta olduğu çok iyi bir çevre edinmişsin. Washington biraz Ankara gibidir. Siyasetle iç içe yaşarsınız. Ünlü politikacıların pek çoğu önce müşterim sonra arkadaşım oldu... Mesela kimler? James Rubin (Beyaz Saray eski Sözcüsü) ve Christiane Amanpour'u (CNN'in ünlü muhabiri, Rubin'in karısı) biliyoruz. Onlar son dönemlerdeki arkadaşlarım. Washington'da 26 sene yaşadım. Politikacılar genellikle 3-4 seneden fazla oturmaz, hükümetler değiştikçe onlar da gider, yeni insanlar gelir. 26 yıl yaşayınca ister istemez bir çevre ediniyorsun. Bill Clinton ile Cities'de mi tanıştın? Hayır ama Cities vesile oldu. Lobi gurubundan bir arkadaşım beni Bill Clinton'ın seçim kampanyasını yapanlardan biriyle tanıştırdı. Ben de onlarla çalışmaya başladım. Şanslıydım, ilk defa girdiğim kampanyadaki aday ABD Başkanı oldu. Clinton ile aranızdaki ilişki nasıldı? Aslında sevgi dolu bir insan. Bırak sevgi dolu olmasını da ne yer ne içer, kimlerdendir? İçkiden hoşlanmaz, arada sırada bira içer o kadar. Yemeklerle arası çok iyi, kontrol etmezse anormal yiyebilir. Sormadan söyleyeyim, Hillary bu konuda kendine çok dikkat eder. Bill Clinton gerçekten normalin dışında bir insan, sanki devasa bir bilgisayar, adamın önündeki yüzlerce sayfalık dosyaların hepsi beyninde üstelik bunları aklında tutup insanlara bir satırından referans veriyor. Wow... Michael Jordan basketbolda neyse Bill Clinton da politikada o. Onunla çalışırken bazı arkadaşlar edindim. Hâlâ devam eder dostluklarımız. Mesela kızı Chelsea geldi buraya. Hillary nasıl bir insan? Çok çalışkan ve çok akıllı bir kadın. Seçimi kaybettiğinde gerçekten üzüldüm. Hillary başkan adayıyken de onun için kampanya yapıp para toplamışsın... Evet. Ayrıca Clinton Türkiye'ye gelmeden seyahatinin planlanlanması için 6 ay uğraştım. Onun danışman ekibindeydim. Her türlü yardımı sağladım. Türkiye'deki günlerini sen mi organize ettin? Yok canım. Başkan yabancı bir ülkeye gittiğinde yaklaşık 1500 kişi olur takımında. Amerikalılar'ın sistemi böyle. Duracağı yerden televizyondaki konuşmasına, arkasındaki manzaranın planlamasına kadar her şey organize edilir. Clinton yarınki dünya için Türkiye'nin önemini biliyordu ve kesinlikle Türkiye'siz bir dünya düşünmezdi. 'TÜRKO GELDİ DİKKAT' Peki Amerika'da "Hadi Bill ya, şu işimi hallet" diye aradığın oldu mu hiç? Bak, benim Amerika'daki dostluklarımın devam etmesinin sebebi kesinlikle kimseden hiçbir şey istememem. Kimseyi zorlamam, kimseyi birileriyle tanıştırmam, yanlış bir şey olursa kabak senin başına patlar. Ted Kennedy ile de yakın arkadaşmışsın. Evet. Aynı şeyler onun için de geçerli. En yakın olduğum, sevgi ve saygı duyduğum insanlardan biriydi. Evine gittiğimde Ermeni ve Yunanlılarla dalga geçer, "Türko geldi, biriniz masanın altına, biriniz de tuvalete saklanın" derdi. Ama Ted Kennedy Türk dostu olarak da bilinmez. Tabii canım. Hatta; "Bu konuda hiçbir şey sormadın bana" demişti. Bak aklıma ne geldi. Hani diyorum ya kimseden bir isteğim olmaz diye, günün birinde senatör Kennedy "Herhalde bir şey istersin artık" dedi. İstedin mi? O günlerde NATO'nun 50'nci yılı Amerika'da kutlanacaktı. Clinton beni de organizasyon komitesine almış. Bizim Cumhurbaşkanımız da katılıyor tabii. Türk büyükelçisi de devamlı soruyor bana "Ted Kennedy gelip Cumhurbaşkanı ile tanışır mı" diye. Sen de bunu mu rica ettin? Evet, "Ted senden ilk kez bir şey istiyorum" dedim. Lafımı ikiletmedi bile. "Cumhurbaşkanınızla tanışmaktan şeref duyarım" dedi. O kadar zaman bir şey istememen işe yaramış sonuçta. Dur daha bitmedi, 10 gün sonra bunun danışmanlarından biri aradı. Ermeni gününe katılıp bir konuşma yapması gerektiğini söyledi. Şimdi çıkıp mecburen orada aleyhimizde konuşacak. Sonra da bize gelecek. Kaş yaparken göz çıkartmış oluyorsun. Aynen öyle. Çok tatsız bir durum. Ted'in danışmanına konuşmanın içeriğini sordum. O da bilinen şeyleri anlattı. İşte Türkler, Ermenilere şunu yaptı bunu yaptı. Anlaşılan iş sarpa sarıyor... O zaman dedim ki "Senin adamların tarih bilmiyor, ne olmuşsa Osmanlı döneminde olmuş. Türkiye daha 80 yıllık bir devlet". Ne oldu sonunda? Ermeni gününde konuştu ama ağzından tek bir Türkiye sözcüğü çıkmadı. Çıkıp "Konuşma" filan desem 10 misli kötü şeyler söyleyecek. Şimdi bunu yapabilmen için dostların olması ve onları kendin için kullanmaman gerekiyor. 'AHMET ERTEGÜN AMERİKALILARA TÜRKÇE Mİ ÖĞRETSEYDİ' Sıkı dostlarından biri olan Ahmet Ertegün'den de söz edelim biraz... O tam bir Amerikan ikonu. Müthiş bir adamdı. Öldüğü günlerde bir televizyon programına hakkında konuşmam için çağırdılar. Oradadaki bir kadın şarkıcı "Ama Türkler'e hiç yardım etmedi" dedi. Bu iddia çok dillendirilir... Yahu nasıl yardım edecek ki. Amerikalılara Türkçe mi öğretecekti. Adam rock'ın cazın keşfedicisi, Amerikan kültürünün bir ikonu. Türk asıllı ama yaptığı iş Amerika'nın bir parçası. Ama Tarkan'ın elinden tutmak için uğraştı... Uğraştı ama ne yapsın? Herhalde yaptığı müzik Amerika'ya uymadı Tarkan'ın. Bu benim bildiğim bir konu değil, bana yorum yaptırma. Ama o kadın şarkıcı gibi düşünenlerin sayısı çok fazla... Doğru, ama tam tersi olması gerekiyor. Bu adam Amerika'nın ikonu oldu diye Türkler'in gururlanması lazım. Ama tam tersinden yaklaşılıyor, tıpkı bizim lahmacun hikâyesi gibi... Ben Türkiye'nin imajı için yabancı markalarla savaş veriyorum, onlar lahmacunu pahalı veriyorsun diyor. Döndük dolaştık yine lahmacuna geldik. Lahmacun, hamburger fark etmez. Tabii ki buraya gelip hamburger yersen Mc Donalds fiyatına olmayacak. Burada o paraya plaja giriyorsun, bütün gün yatıyorsun, havlular yıkanıyor. Hepsi içinde. Havludan filan para almıyor musun? Ne havludan, ne şemsiyeden, ne yataktan... Avrupa'ya gitsen derler ki insana şemsiye 15, şezlong 25 Euro... Herkesin ağzında lahmacunun parası, bunlardan söz eden yok. Ayrıca böyle bir işletmenin çok büyük masrafları da olur. Olmaz mı? Yaz gelince havlusundan bardağına, iskelesine kadar yenileniyor. Bu mekân tamamen açıkta. Elektronik sistemler gidiyor, reostalar çöküyor. Doğanın içinde olmanın zorluklarını senin anlayıp bana sormaman gerekir. 'EDA'NIN ŞEZLONGU' Anlıyorum mösyö "doğadakilerin" lahmacuna verecek parası yok kabloları kemiriyorlar. Neyse şezlong demişken Eda'nın (Taşpınar) şezlongu duruyor mu hâlâ? Şezlongları kaldırdım. Artık değişik yataklar var. Bu sene zaten yok Eda. "Eda'nın şezlongu" bir ara çok meşhur olmuştu. Bu tür paparazzi olaylarına nasıl bakıyorsun? Paparazilerle bir sorunum yok ama mekânımın bir kitleye aitmiş gibi gösterilmesini istemiyorum. Burası "über popüler" insanların yeri değil. Dünyanın her yerinden her tabakadan müşterim geliyor. Ben bir hayat stili satıyorum. Bu konuda var olmak istiyorsak kendimizi yenilememiz şart. Önceleri sıfırdan oluşturmanın peşindeydim, şimdi doğallığı bozmadan üretken olmayı keşfettim. Maça Kızı'nın özeti bu işte. Ama ilk Maça Kızı'yla şimdikinin arasında çok fark var. Elbette olacak. Ama annemin 30 yıl önce açtığı o pansiyonun üzerine bir şeyler koyarak, onu geliştirerek getirdim bu hale. Nasıl bir mönü var burada? Türkiye'de çok alıştığımız malzeleri alışmadığımız bir tarzda sunmaya çalışıyorum. Moleküler, fuzyon gibi cuisine'lerden uzak kalmaya, her şeyi cok basite indirgeyerek yapmaya özen gösteriyorum. Evindeki yemeği, surpriz bir malzemeyle, biraz daha şık sunuyorum ama mantarların içinden köpükler çıkarmıyorum. Gerçekten de ev yemeklerinden daha lezzetliydi az önce tattıklarım... Mesela öğlenleri annemin klasik tarzını bozmadan hazırlıyoruz ev yemeklerini. Tavuklar, köfteler... Akşamlarıysa "yeni Akdeniz" diye adlandırdığımız bir mutfak var. Lahmacun da bunun içinde... Gördüğünüz gibi söz döndü dolaştı yine lahmacunla noktalandı. Masadan kalkarken yiyip içtiklerimizin hepsinin hesabını ödedik... Bir tek lahmacun hariç. Sevdiğimden midir, psikolojik etkiden midir, gündemden midir, yoksa beleş olduğundan mıdır bilmem, çok da lezzetliydi Turkish pizza... 'ANNEM MÜŞTERİLERE BİLE FIRÇA ATIYOR' Bu deli kızın pardon Maça Kızı'nın türküsü ne zaman başladı? Yaklaşık 35 sene önce, 1977 yazında. Annem Deli İbrahim'in evini kiralayıp sadece 16 odalı bir pansiyon açıyor. Tek başına bir kadın işletiyor ama müşterileri o zamanın ünlü ressamları, yazarları... Kimler var o ünlüler arasında... Nureyev, Mick Jagger var... Edip Cansever'in zaten evi gibiymiş. Sonra Ahmet Ertegün... Bütün bu isimler 16 odalı pansiyonda nasıl kalıyorlarmış ki? Hepsi orada kalmıyor. Tekneleriyle geliyorlar. Zamanın buluşma yeriymiş. İsmi nereden çıktı? Bir iskambil oyunundan geliyor aslında. Annem ilk geldiği günlerde bir gurup arkadaşıyla "Maça kızı" denen iskambil oyununu oynarken pansiyonun isminin ne olacağını konuşuyorlarmış. Bir arkadaşı "Ayla, Maça Kızı koysana, sana da benziyor" demiş. Saçları da aynen öyleydi zaten. Daha önce işletme deneyimi var mıymış annenin? Eski eşinin Ankara'da bir oteli vardı. 40 yaşına kadar onun dışında restorancılık veya otelcilik tecrübesi yoktu. Ama belli ki sıkı bir iş kadını... Paris'te ünlü Regine vardır ya... Bir ara gelen müşterilerin kravatlarını filan kesermiş. Annem de kişilik olarak Bodrum'un Regine'iydi. Bohem Bodrum'un yaşamına tam uygun bir mekân yapmıştı. Yıllar sonra seninle bugünkü atmosferine kavuştu. Ayla Hanım hâlâ karışıyor mu yönetime? Pek karışmıyor ama çok kızdığı zaman kimse tutamaz onu. Herkese bağırır. Sana da mı? Tabii canım. Ama bütün bahçeyle o ilgilenir. Yani "Maça Kızı'nda herkes fırça yiyebilir" diyorsun... Kesinlikle. Üstelik müşteriler dahil. Ben söylesem herkes sinirlenebilir, anneme saygıdan ses çıkaramıyorlar. Ama haklı olduğu pek çok konu var. Büyük babaanne, büyük dedeye 'Boş ol' deyince! Peki ya baban? Babam İTÜ'de öğretim görevlisiydi. IQ'su çok yüksek bir insandı. Adını da Atatürk koymuş: Türkay... Dedem Celal Sahir Erozan da Servet-i Fünun'un en büyük şairlerinden biriydi. Hatta kurucularından derler... Demek o "hain" senin dedendi... Lisedeyken edebiyatta Servet-i Fünun'dan çektiğim kadar hiçbir şeyden çekmedim... Sahir Erozan'ın ailesi adeta Cumhuriyet tarihimizin soy ağacı gibi. Dedesi Servet-i Fünun şairi Celal Sahir Erozan, Atatürk'ün yakın çevresinde yer almış, milletvekilliği yapmış bir politikacı ve edebiyatçı. TDK'nın 4 kurucusundan biri. Halası Berin Nadi, Nadir Nadi'nin eşi ve Cumhuriyet Gazetesi'nin kurucularından. Ama bir kuşak daha geriye gidince çok daha ilginç şeyler anlatıyor Sahir Erozan... Aslında ailemdeki edebiyat tutkusu büyük dedem İsmail Hakkı Paşa'nın eşi Fehime Nüzhet Hanım ile başlamış. Osmanlı'nın ilk kadın tiyatro yazarıymış o... İsmail Hakkı Paşa, Yemen Valisi'ydi yanılmıyorsam... Evet, Enver Paşa'dan önceki saray komutanı, ondan sonra da Yemen Valisi... Erozan'ın büyük dedesi İsmail Hakkı Paşa, dönemin saray komutanı ve Yemen valisiymiş. Hakkı Paşa, Fehime Nüzhet Hanım'la evlendikten sonra Padişah onun yerine Enver Paşa'yı tayin ediyor. Nüzhet Hanım Osmanlı'nın ilk kadın şairlerinden biri ama müthiş dominant bir kadın. Bir süre sonra kafası bozuluyor ve erkeklerin karılarına üç kere "Boş ol" deyip evliliklerini bitirdikleri dönemde, oyunlarındaki gibi kendi senaryosunu yazıyor ve bu üç "etkili" kelimeyi kocasına söylüyor, çocuğunu alıp çekip gidiyor. Yanlış anlamadım değil mi? Nüzhet Hanım, İsmail Hakkı Paşa'ya "Boş ol" diyor. Genellikle bunu Osmanlı da erkekler söylermiş de... İşte öyle bir kadınmış rahmetli. |
Kaynak: Patronlar Dünyası , Link : http://www.patronlardunyasi.com/haber/-Lahmacun-50-TL-degil-34-TL-/129757
Anahtar Kelimeler: